Bilecik
Bilecik, tren yolunun üzerinde olan bir şehir, M.Ö.
3000 yıllarında geçiş güzergâhında olan bir şehirdi. O yollarda çok önemli bir
maden olan kalayın çıkarıldığı şehirdi. Kalay malumunuz olduğu üzere, tunç için
olmazsa olmazdır. Yani Bilecik, eskiden beri olmazsa olmaz bir şehirdi.
Şehir için sahip olduğu zenginliklere atfen; ‘taşı
mermer, toprağı seramik, yaprağı ipek’ deniyor. Tarıma değinilmiyor ama tarım
açısından da çok bereketli bir şehir. Ayçiçeği, mısır, meyve, sebze, aklınıza
ne gelirse olan bir şehir.
Tren yolu üzerinde olan şehrin, ona nazire olacak
şekilde bir tren garı var. Şehirden uzak, ulaşımın halk otobüsleri ile
sağlandığı dev bir tren garı. Coğrafya kaderdir derler ya o şekil bir durum.
İstanbul’da alt geçitten bozma tren garları nire Bilecik tren garı nire? Öyle
bir tren istasyonu var. Sırf bu yüzden bile Bilecik’e günübirlik tren gezisi planlanabilir.
Ben de öyle yaptım. Erkenden git, şehirde gezilecek bir iki yeri gör, şehri
bitirme, hiçbir yer tek seferde görerek bitmez, akşam üstü yorulunca tren
garına git, garda geniş geniş dinlen. Sonra gelen trene bin, mis gibi bir
şekilde geldiğin yere geri dön. Ağzınız sulanmıştır diye düşünüyorum ama hala Bilecik
görülmeli havasına girmeyenler için Bilecik’i anlatmaya devam ediyorum.
Şehir Şeyh Edebali’nin şehri. Şeyh Edebali malumunuz
Osman Bey’in kayınpederi olan bilge kişi. Tren garından binilen özel halk
otobüsleri ile türbeye yakın yere kadar gidilebilir. Sonrası ayaklar ya da
sağdan soldan geçen arabalar sayesinde gelişir. Tavsiyem gidiş yolunu yürüyerek
yapmanız. Dönüş yolu için Allah’a dua etmeniz ve oradan araçla dönen
birilerinin aracında bayırı aşmanız.
Gidiş yolunu yürümelisiniz çünkü, tarihi eskilere
dayanan şehirlerde olma hissini yaşarsınız. Bayıra kurulan şehirleri
hatırlarsınız; mesela Amasya.
Şeyh Edebali Türbesi’nin yolunda Amasya’nın
tepelerinden Yeşil Irmak’a bakıyormuşsunuz havasına girebilirsiniz. Amasya’yı
görmediyseniz diyecek bir şeyim yok. Amasya da Bilecik gibi küçük ama dolu dolu
bir şehir. Yeşilırmak’ı görmediyseniz, akşamüstü ırmak kenarında
yürümediyseniz, şehre tepeden bakmadıysanız, çay bahçesine evrilen konaklarda Yeşilırmak’a
nazır çay içmediyseniz…
Yazı Bilecik yazısıydı Bilecik’e geri dönüyorum.
Şeyh Edebali Türbesi yolunda, Osmanlı tarihinin içinde
dolaşılıyormuş hissi veren güzellikler sizleri bekliyor. Öncesinde Zincirli Kaya’dan
bahsedeyim. Zincirli Kaya ağaçların arkasında, önü bıçakla kesilmiş gibi dümdüz
olan bir kaya, üzerinde bir zincir var ve zincirle ilgili birçok rivayet var.
Kaya ile arkasındaki kayalar arasında sanki öndeki kaya kopmuş geliyormuş,
onlar gelmek istememişler onu da zincirle tutmuşlar, çok açılmasına engel
olmuşlar gibi bir görüntü var. İnsan elinden çok, kayaların kendi aralarında
hallettiği bir durum var ortada gibi. Ben şahsen öyle düşündüm. Kayayı görseniz
sanki dün oraya gelmiş orada durmuş gibi.
Şehrin tarihi dokusunu gelenlere yaşatmak için Osmanlı
Padişahları Müzesi hazırlanmış, 3 boyutlu gibi padişah resimleri, Osmanlıya ait
özel eserler ve çinilerle donanmış duvarlarla dolu bir yürüyüş yolu düşünün.
Bir tarafta Zincirli Kaya bir tarafta kokuları her yanı kaplamış güller.
Şehirliler buranın eski halini daha çok seviyormuş, eskiden çoluğunu çocuğunu
alan şehirli, buraya gelir piknik yaparmış, şu an gelenler, çay bahçesinde çay
içmeyle, gözleme yemeyle yetinmek zorunda. Türkçesi, yemek içmek için para
vermek zorundalar. Bu durum benim gibi dışarıdan gelenler için güzel, şehirde
yaşayanlar için sevdiği bir alışkanlığından vazgeçmek demek. Bunu belediye
yetkilileri dikkate alsın, benim gibi dışarıdan gelenleri ve şehirde
yaşayanları mutlu etmenin yollarının arasın. Yerel yönetimlere diyorum, oy
aldığınız insanları da düşünün.
Gözleme için paragraf açtım çünkü haşhaşlı gözleme
yedim ve o lezzet bir paragraf hak ediyor. Benim gibi daha önce haşhaşlı
gözleme yemeyenler beni anlayacaktır. Yok böyle bir lezzet.
Türbe, yamaç seven insanlara göre bir türbe, arkadaşım
eskiler yamaç gibi oldukları için yamaç severlermiş dedi. Yamaç gibi olmak… Benim
de köydeki evim, köyün en tepesinde, benim büyükler de yamaç severmiş. Kendi
köyüm için diyeyim, yamaçta olmak, dereye yukarıdan bakmak, köyüm için en bana
ait olduğunu düşündüğüm, içimdeki yamaç gibi olmayı aldığım şey.
“Türbe için bile olsa tırmanmam, bana asansör lazım.”
diyenler için cam asansör mevcut. Yakınlarda olan teknik kazalardan ötürü ben
ayaklarımla çıkmayı yeğledim. Beş altı dakikada çıkılabilecek bir yer,
asansörde kalırım kalmam paranoyası ile baş etmeyle uğraşamam. Tırmanırken
gördüğüm şahin, bana “doğru yoldasın kızım” dercesine başımın üstünde uçtu.
Kuşlar özellikle büyük kuşlar, sırf onları görmek için bile yamaçları
arşınlamak…
Ezana kadar türbede bekledik. Türbe kartal yuvası gibi
bir yerdi, eskinin ahşap yapısını gözünüzün önüne getirin, dikdörtgen çerçeveli
pencereler, pencerelerden bakılınca görülen mezarlık ve ıssız dağ. Türbenin
içinde eski evlerde olan saman kol yastıkları vardı. Bizim köyde olanlardan.
Mazisi köy olanları, çocukluğuna götüren bir yer.
Türbenin yanında Şeyh Edebali’nin kızı ve eşinin
türbesi var. Yerel halk, anne kızın olduğu türbenin en kenarında, bir yerden
destek almadan geçebilmeyi sadece günahsız olanların başarabileceğini söylerlermiş.
Olayın aslında öyle olmadığını, oradan geçebilmek için küçük bir bedene, küçük
ayaklara ve az ağırlığa sahip olmak gerektiğini tasdik ettim, onayladım. Oradan
geçmek yerine, anne ile kızın arasından geçtim, yanlarına çömeldim hem onlara hem
de sevdiğim tüm kadınlara dua ettim.
Türbeler, insanı kendi içine sevk eden yerler. Derdini
düşünmeye sebep olan, oradan hayallere daldıran oradan en güzel duaları edip
elinde şeker ile oraya getirilemeyen sevilenlere şeker götürülen huzur mekânları.
Kendime ve en sevdiklerime şekerler alıp orayı kalbime işleyip oradan ayrıldım.
Yolda gördüğüm sarı kaktüs çiçekleri ile selamlaştım.
Çok güzel olduklarını söyledim ve resimlerini çektim.
Oradan, en az orası kadar geçmiş dolu olan lise
arkadaşlığı anılarına gittim. Arkadaşım üniversiteye kadar burada yaşamış, onun
lise arkadaşını bulduk. Lise dönemine dair ne kadar tatlı anı varsa hepsini
konuştular ben de onları, tatlı bir filmi dinliyormuş gibi dinledim. Lise, verdiği
öğretimden çok, çocukluktan çıkıp yetişkinliği prova etmenin hayallerinin
döndüğü yer. Lise, kalkışılan haylazlıklarıyla, öğretmen öğrenci ilişkileri
üzerinden yetişkinlerle girişilen mücadeleleriyle, gerçek hayata dair tüm ilişkilerin
kurulmasının provalarıyla geçen, içinde yaşarken hiç bitmeyecekmiş sanılan,
içinden çıkıldığı andan itibaren özlenmeye başlanan zaman dilimidir.
En az lise anısı anlatmak kadar tatlı olan şey, lise anısı
dinlemektir. Kızım liseye gidiyor o benim onu asla anlayamayacağımı sanıp
arkadaşlarıyla kikirdeşirken benim, içimden ona gülümsemem…
Lise anıları bitmez ama gün biter. Akşam döneceğimiz
için tüm Bilecik’i bitirmektense Bilecik’e dair başka yerlerde olmayan bir
güzelliğine dalalım dedik. Şehirde tarihi birçok eser var siz bizim gibi
yapmayın her birini görün ama biz Gölpark’a gidelim.
Gölpark, Bilecik merkeze 7 km mesafede olan köy
hizmetleri tarafından sulama maksatlı yapılan bir gölet. Bize yolu tarif eden
arkadaşı, ikimiz de çok iyi dinlemediğimiz için gölün yanına giden araca değil
göle 2,5 km mesafede dönen araca bindik. Bizi bırakan dolmuş “yarım saat sonra
araba gelir, ona biner göle gidersiniz.” dedi. 2,5 km yürümek ve yarım saat
beklemek seçeneklerinden yürümeyi tercih ettik. İyi ki de ettik, böylece Temmuz
ayının en güzel manzarası olan ayçiçeği tarlalarını görebildik. Ayçiçeği tarlaları
iki bilemedin üç hafta süren güzellik sağlarlar. Ama o nasıl bir güzellik.
Kocaman bir Van Gogh tablosunun içindeymişsin gibi bir his. Göz alabildiğine
yeşillik, ortalar yoğun sarı ve ileride mavi gökyüzü ve beyaz bulutlar var.
Ayçiçek tarlalarını seyrede seyrede gitmekten, ne
sıcağın ne yolun farkına varmadan göletin girişine geldik. Sonrasında hafif bir
tırmanma şeridi var ama yanınızda muhabbet etmesi tatlı, saçma laflarınıza
gülümseyen, beraber daha saçma anıları ortaya dökelim mi diyeceğiniz biri varsa
var ya…
Bir yanda çam ormanları, bir yanda gökyüzü ve yavaş
yavaş beliren göl.
Sonrasında göle nazır bir tesiste çay içtik. Tesis
düğün derneklik bir tesis. Şu filmlerde olan kır düğünleri var ya onlara bir de
göl renkleri koyun. Öyle bir yerde evlenmeliyim diyenlere duyurulur. Tam öyle
bir yer.
“Düğün dernek, gezmek hep masraf” diyenlere bir iki
şey demek istiyorum. Ben ortaokulu meslek lisesinde okudum. Bizim ev ekonomisi
dersimiz vardı. Şu an müfredatta var mı bilmiyorum. O derste bize mevcut
kaynaklarla; işlerimizi, keyiflerimiz nasıl yönetileceğimiz anlatıldı. Ben ne
zaman bir şeyler yapmayı düşünsem aklıma o dersin kazanımları gelir ve oradan
kendime bir planlama yaparım.
Hayat, yapmayı istediğimiz şeyler için yapıyor
olduğumuz bazı şeylerden feragat etmektir. Tanıdığımız tüm insanlarla ölene
kadar görüşemeyeceğimiz gibi yapıyor olduğumuz tüm şeyleri de ölene kadar
yapamayız. Birilerinden, bir şeylerden geçmeliyiz ki yerine yenilerini
koyabilelim. Eskilerin lafıyla bir koltuğa iki karpuz sığmaz.
Yoksa siz hala İstanbul’a, Ankara’ya, Bursa’ya ve daha
birçok şehre çok yakın olan Bilecik’i görmediniz mi? Ayçiçeklerin güzelliklerinin
geçmesine bir iki hafta var, gidin görün ve bana izlenimlerinizi yazın. Her
yazımdan sonra bambaşka biri, bambaşka bir yerden bir dönüş yapıyor ve bu beni
çok mutlu ediyor. Ben sırf bunun için bile yıllarca yazı yazabilirim. Keyifli
güzelliklerle dolu rotalarınız olsun.
Yorumlar
Yorum Gönder